Tanım olarak insan için fiziksel bir varlığı olan kendisini ve çevresini aynı anda somut olarak değiştiren, ait olduğu evrenin bir parçasıdır diyebiliriz. Öte yandan en temel anlamda evrenin belirli maddesel ya da enerjik unsurlarının bir araya gelip daha sonra gerisin geri evrene dağılmasından oluşan süreç içerisinde beliren ve organik olarak kategorize edilen yapıyı insan olarak tanımlayabiliriz.
İnsan var oluşu süresince evrenin kaynaklarını kullanır, onları etkilediği gibi etkilerine maruz kalır, evrenden aldıklarını ona, dönüştürerek geri verir ve belirli bir süreç içerisinde değişen bedenli bir varlığa sahip olur. Kendi türünden olanlarla etkileşimi sayısal artışını ve azalışını ve kendine özgü somut ve soyut niteliklerini belirler. Aynı zamanda kendi türü olmayan organik ya da inorganik evrensel madde ile de etkileşim halindedir. Bu etkileşimde onun yaşamını nicelik ve nitelik olarak etkiler.
Dikkat edilirse bu genellikteki bir tanım aslında evrenin kendisi de dahil olmak üzere canlı cansız tüm parçalarına uygundur.
Örneğin bir ağaç; evrenden –topraktan -aldığını evrene verirken tohumdan fidana, yetişkinlikten üretkenliğe ve sonunda kuruyana kadar insansı bir gelişim ve dönüşüm süreci izler. Bu süreçte kendi türü ile girdiği polen döllenmesi sayesinde meyve-tohum, yavru- verdiği gibi aynı zaman da gövdesi ve kökleri ile sayısız canlının evi, konaklama istasyonu, korunma ve besin kaynağı olur.
Aynı ağaç görevini tamamladığında ise gerisin geri yükseldiği toprağa geri dönüş yaparak bu sefer diğer ağaçların ve canlıların besini olur.
Diğer taraftan bir kaya parçası ise ait olduğu büyük kütleden kopmuş –ya da doğmuş- olarak yaşamına başlar; evrenin fiziksel etkilerine maruz kalarak aşınır ve diğer maddelere dönüşüm gösterir. Aynı kaya parçası toprağın üzerinde bulunduğu süre içinde kendi altında yaşayan karıncalara ve diğer canlılara gizli bir çıkış yolu, rutubet ya da gölge yaratarak doğa içindeki görevini mükemmel olarak yerine getirir. Üzerinde yosundan salyangoza kadar sayısız organizmayı misafir eder. Evrenin maddesel değişim gerçeğinin aktif bir köprüsü ve aynı gereklerin bir parçası olarak üzerine düşen görevi yerine getirir.
Canlı ile cansız nesneleri birbirinden ayıran kendilerini yenilemesi gibi gözükse de sürtünmenin bulunduğu evrende her oluşumun belli bir ömre sahip olması kaçınılmazdır.
Mikroskobik seviyede kopup dağılan hücrenin yerine yenisinin oluşumu, nem seviyesi dolan yağmur bulutunun yeryüzüne yağmur damlalarını indirdikten sonra tekrar aynı kaynaklardan ham maddesini yani nemi toplamasından farklı değildir. Belirli olgunluğa gelip çevresel faktörlere maruz kalan bulut hücreleri yani damlaları ondan kopar ve doğada ki diğer maddelerce özümsenip tekrar açığa çıkana kadar bu döngüsel yolculuğuna devam eder.
Hücreyi oluşturan mikro maddeler topluluğu bir araya geldikleri gibi ömürlerini –hücre içi reaksiyonu- bitirdiklerinde dağılmaları da aslında ağır çekim bir oluşma ve dağılma sürecinden başka bir şey değildir. Hücreler de böylece aynı bir yağmur bulutu gibi çevresel kaynaklarından edindiği mikro maddeyi tekrar aynı kaynağa geri bırakırlar. Son aşamada her canlı hücre parçalara ayrılarak bölünür ve diğer evrensel görevleri yerine getirmek üzere dağılırlar.
İnsan ve diğer canlı organizmalar taşıdıkları bilginin şeklini alırlar; tıpkı dünyamızın ya da vücutlarımızın üçte ikisini oluşturan suyun buz kristallerine dönüştürüldüklerinde yaptıkları gibi.
Bizlerin evrensel maddeyi organik ya da inorganik diye ayırt edişimiz; bu maddelerin belli bir kompozisyonda bir araya geldiğinde bir kimyasal reaksiyonu-çoğunlukla oksijen yanması- gerçekleştirmesinden ve bunun için ise kimi durumlarda elektrik enerjisi ile start almasından kaynaklanmaktadır.
Karbonhidrat, protein, glikoz, hücresel yapıyı oluşturan moleküler kombinasyonlardır ve canlı organizmalar: insanlar, denizanaları, bitkiler ya da zebralar da bu moleküler kombinasyonların oluşturduğu hücrelerin milyarlarcasının oluşturduğu kombinasyonlardır aslında. Bizler onları organik olarak kategorize etmeye, bu kompozisyonların ya da kombinasyonların iç ve dış evrenle etkileşimleri içerisinde sistemli bir kimyasal reaksiyona sahip olmaları ile başlarız.
Bu kimyasal reaksiyonun sonucu ya da süreci ise bizim için ölçülebilir bir enerji biçimini birlikte ortaya çıkarır.
Organik bazda elektrik enerjisi olarak adlandırdığımız bu “çarpıcı” durum ise; sistemli bir kimyasal reaksiyon sonucu atomik düzeyde elektronların çekirdekler etrafındaki ya da arasında ki hareketliliğinden ortaya çıkan bir olgudur. Elektron kendisi zaten negatif yüklü elektriksel bir parçacık olduğu içindir ki bu parçaların yüksek hareketliliği veya bir çekirdekten bir başka çekirdek yörüngesine akışı bizim elektrik akımı dediğimiz elektrik enerjisini ortaya çıkarır.
Ayrıca bizler bu elektrik akımını ampermetre denilen cihazlarla ya da belirli bir eşiğe geldiyse dokunma duyumuzla ölçebilmekte ve hissedilebilmekteyiz.
Bu arada atomik yapıda çekirdeği oluşturan parçalarında pozitif yüklü proton ve nötr yükte nötron adı verilen yine elektriksel daha doğrusu enerjik parçalardan oluştuğunu hatırlatalım.
Bu elektrokimyasal durum sayesindedir ki kalbi ya da reaksiyon dinamiği duran organik bir sisteme -örneğin insana- hastanelerde elektro şokla yeni yaşamı (hücresel reaksiyonun ve elektron akımının devamı) için start verilebilmektedir. Bunu evde denemeyelim, ancak bunun yerine yağmurlu bir gece de toprağa düşen dev yıldırımların acaba hangi hücrelere ya da amino asitlere yaşamı getirdiklerini düşünebiliriz.
Tıpkı bir otomobili çalıştırmak için aküden ve bujiden yaratılan kıvılcım gibi insan olarak adlandırdığımız organizma da; elektro şok cihazından aldığı bu enerjiyi o an kalbinde durmuş olan reaksiyonu tekrar başlatmak için kullanarak hayat dediğimiz enerjik olguyu gerçekleştirir.
Gözlemci açısından reaksiyon içerisindeki maddeler kompozisyonunun –organik madde-davranış şekli daha sistemsel bir yapıyken reaksiyon içermeyen “basit” maddenin-inorganik- davranış biçimi daha mekanik bir çizgi izler görünmektedir.
Aslında her iki durumda da gözlenen; bir sistemin ve diğerine göre daha basit olarak algılanan bir yapının hem iç hem de dış evrenle etkileşimi sonucu değişime ve dönüşüme uğramasıdır.
Bir taş parçasına bir bardak suya ya da bir insana elektron mikroskobu ile baktığımızda çılgınca hareket eden atomik partiküllerden başka bir şey göremeyeceğimiz kesindir. Hatta tüm evrenin elektron mikroskobunun vizöründen görüntüsü bize çocukken hepimizin boyama kitaplarında oynadığımız bir oyunu anımsatır: Noktaları birleştirin!
Sonsuz sayıdaki bu noktacıkların bir kısmı gruplar halinde ve değişen yoğunluklarda bir araya gelirler ve bizlerin onları duyusal olarak algılamamızı sağlayacak kütlelere kavuşurlar.
Böylece isimler takmamızı sağlayacak büyüklüğe ulaşanlar artık bizim gerçekliğimizin değişmez parçaları olmaya başlarlar.
Aslında kendi somut maddesel görünümümüze ve çevremize bu bilgiler ışığında enerjik bir kütle diye bakmak hiçte yanlış olmayacaktır. Einstein’ın meşhur teoremi ‘elle tutulur’ dünyamızı enerjik bir formüle dönüştürmüştür bile: E=mc2=Tüm evren tek bir enerji kütlesidir!
Böylece bizde duyusal eşiklerimiz ve öğretilmiş algılarımız sayesinde somut gruplar ya da parçalar olarak algılayabildiğimiz ve öğrendiğimiz bu enerjik dünyamızda su buharını oluşturan su moleküllerinin bolca bir araya gelişine bulut derken karbonun çeşitli elektron sayısı taşıyan varyasyonlarında bir araya gelişi ise bize kömürden elmasa kadar farklı isim vermemizi mümkün kılar. İnsanoğlu da bunun gibi birçok elementin ve ağırlıklı olarak da suyun belirli bir kompozisyon, reaksiyon ve kütlede bir süre için bir araya gelmiş biçiminden başka bir şey değildir.
Duyusal hassasiyetimiz bizim atomik bir algılama boyutuna inmemizi mümkün kılmamaktadır. Bunun yerine atomik partiküllerin milyarlarcasının bir araya getirdiği grupları algılayabilmekte ve onları yaşamımızda isimlendirip, görüp, hissedip tadıp koklayabilmekte ve vibrasyona sebep olan ses enerjisini nöro fizyolojik yoldan deşifre edip duyabilmekteyiz.
En temel düzeyde ise aslında farklı yükler taşıyan bu enerjik kombinasyonlar bizim algı alanımıza ki bu da başka bir enerjik ölçüm ve sınıflandırma işlemidir, ancak belirli bir etki yaratacak büyüklüğe ulaştıklarında girmektedirler. İnsanoğlu da enerjik bir kütledir ve algılama mekanizması da ancak değerlendirebilir etkiye sahip olan enerjik fenomenleri duyuları aracılığı ile sınıflandırabilir.
Duyusal algılamamızın devreye girdiği andan itibaren; kedi, masa, toprak, anne, süt, kağıt, saç, market, tırnak, hava ve binlerce isimli ve isimsiz atomik grup ve kombinasyon bizim yaşamımızda yerini almaya başlar. Evrenimizi oluşturan bu atomik gruplar doğumumuzdan itibaren bize somut ve soyut olarak her yönden betimlenir ve bizde onları bize açıklandıkları gibi kabul ederiz.
Birileri bizim noktaları nasıl birleştireceğimizi söyler durur. Sonra da biz bu öğrendiklerimiz doğrultusunda yeni yetişenlerin duyumsadıkları enerjik yapıyı onlara betimleriz.
Bu arada bu anlattığımız renkli atomik hareketliliği kozmik bir çorbaya benzetebiliriz: Duyusal sınırlarımızı, zaman ve değişmezlik yanılgılarımızı bir kenara bıraktığımızda tüm bu evrensel maddenin de tıpkı kozmik bir çorba gibi durmadan birbiri içinde geçiş yaptığını, sürtündüğünü, yer ve form değiştirdiğini kesintisiz bir akış ve hareket halinde olduğunu söyleyebiliriz.
Atomik düzeyde ve bir bütün halinde zaten var olan bir bilincin türevleri, noktaları birleştirmeye başladığımızda anlamlı parçalar halinde ortaya çıkarlar.
Bilinç tartışması sırasında; bizse bu türevler -atomik gruplar- için bu bilinçsiz bu bilinçli şeklinde ayrıma başlarız. Oysa kesintisiz bir değişim halindeki tek bir enerjik topluluğun yine değişim halindeki enerjik bir kısmı olarak biz insanların kategorize ettiğimiz diğer her şey gibi aslında denizin yüzeyinde beliren bir dalgadan herhangi bir farkı yoktur.
Bu açıdan baktığımızda tüm evren kendi zekasını taşıyan bir tek bilinçtir-maddedir- diyebiliriz. Kendi, sistemi, dinamikleri, tasarımı ve kuralları olan mükemmel tek bir varlık. Bu sonsuz sayıdaki kombinasyonun bir araya gelişine olanak tanıyan kozmik çorba içinde her hareket ve değişim, yeni bir yaratım yeni bir oluş anlamına gelir.
Kendimizi cildimizden içeri olan kısım olarak tanımlama aslında görsel ve zamansal bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Zira besinler ve oksijen sayesinde tek bir hücre boyutundan şu anki boyutumuza geçer daha sonra tekrar besinlerin oluşum yeri olan toprağa dağılarak dönüş yaparız.
Bizlerin yaşadığı biraz önce de değindiğimiz gibi tıpkı denizdeki bir dalganın denizin bir parçasını alıp yükselerek kıyıya ilerlemesi ve kıyıya çarpması ile birlikte son bulan yaşamı sonucu kendini oluşturan bütüne dönmesi gibidir. Bizse bu dalgadan farklı olarak bu süreçte kendi bedenimizin ve bilincimizin oluşumunu ait olduğu evrenden soyutlar, aynı doğaya sahip olduğumuz kritik gerçeğini atlarız. Kendi bilincimizi ve işleyiş sistemimizi çok kısıtlı toplumsal betimlemeye göre oluşturur algısal ve kavramsal bir özet yaratırız. Bu da tabi ki bizim kozmik potansiyelimizin ve doğamızın ancak çok ufak bir kısmını teşkil etmektedir.
Algısal örgütlenmemizi şekillendiren toplumsal betimleme daha biz noktaları birleştirme aşamasında devreye girer ve evrenin gerçekte nasıl olduğunu değil onun eksik ve çarpıtılmış betimlemesini yapar. “Bilinçli” gözlem ya da bilimsel araçlar devreye girmeden neyi nasıl algılayacağımızı çoktan “öğrenmişizdir”. Bilgi her kategorisinde –duyusal, soyut, dinsel, bilimsel- orijinal halini yitirmiş tarafsız duyumsamamız önünde gerçek bilginin önünü tıkayacak bir önyargılar demeti oluşturmaya başlamıştır bile.