Gerçek bir öğretme yetkinliği tabi ki savaşların kazanıldığı noktadan itibaren başlayacaktır. Birey ancak tamamladığı sürecin rehberi olabilir.
Kök programımıza yazılı olan; bir diğerine yardım etme güdüsü değil, aslında bütün olan kendimizin parçasına şifa götürmekten başka bir şey değildir. Böylesi savaşları kazananlar beden ya da benliklerinin tenleri ile sınırlı olmadığını tüm varoluşu kapsadığını bilenlerden oluşur. Diğerlerine bir başkasına yardım gibi gözüken bu durum onlar için kendi bedenlerine pansuman yapmak gibidir. Pansuman yaranın durumuna göre acı veren tedavileri kapsasa da gerçekte öğretmen öğrenciye şifasını aktarmaktadır.
Zira öğrenci korkmuş ve umutsuzluğa kapılmıştır. Korkusu öfke olarak dışa yansıyacak tıpkı yaralı bir kaplanın tedaviyi reddetmesi gibi kendisine kimseyi yanaştırmayacaktır. Psikoloji de tanımlanan öğrenilmiş çaresizlik bu durumdaki bireyin ruh halini tanımlamaya yardımcı olacaktır.
Bireysel baskıyı artırıcı deneyimlerin sürekli tekrarı kişiye yaşamda bir başarı ya da huzura ulaşan çıkış yolu olmadığını öğretmeye çalışır gibi görünür. Her girişimi başarısızlıkla sonuçlanan birey öz güven yitiminden tüm yaşama karşı güvensizliğe ve öfkeli bir acıya doğru itilir. Kişi daha fazla acı çekmemek pahasına çaresizliği benimsemeyi seçer.
Arayışın başladığı bu dönemde ve aslında daha öncesinde de kişi evrensel evrimin bireysel bir objesidir. Bununla beraber üzerinde ne şekilde bir işlem uygulandığından habersiz ve tepkiseldir.
Yaşamın bir öğretmen olduğu bilincini idrak etme onun evrimini artık yalnızca gönüllü boyuta çıkarma şansı verir.
Buda kişiyi yaşamın bir anlamı olduğu rahatlamasına götürür. Hoş bundan sonraki savaşın şiddeti bu rahatlamayı çabuk unutturacaktır ama yine de başlı başına bir uyaran olan anlamsızlık istasyonu geçilmiştir artık.
Öğretme yetkinliği ile artık evrilmiş betimleme devreye girmiştir. Bu noktadan sonra geleneksel betimlemeden daha az sayıda bir topluluk oluşturması anlaşılır olan evrilmiş toplumsal betimleme zaman içinde kum saati gibi hızlanan bir değişimle kalabalık olan tarafı oluşturacak ve son kum tanesi yani bireyde şifa bulana kadar evrim süreci devam edecektir.
Bireyin evrim sürecinde güdüler, duygular, zihin, sevgi, erdemler, yaratıcılık, bolluk ve daha ötesi yerini ve anlamını bulurken kusursuz bir iç ve dış denge oluşturmak adına kesintisiz bir etkileşim içinde olurlar.
Bireysel evrimin bu hızlıca geçilen anlatımı ileride bahsedeceğimiz bütünsel bir gelişim teorisi ile desteklenir.
Bir açıdan bakıldığında tamamen bilimsel diğer bir açıdan bakıldığında mistik- spritüel olarak tanımlanabilecek bu gelişim teorisi bu güne kadar açıklanan tüm gelişim teorilerini bünyesine alıp birleştirirken insan doğasına dair çok daha anlaşılır bir gözlem yolu çıkarmaktadır.
Dualite, nedensellik, kader, inançlar, erdemler ve algı nesnesi olarak iç ve dış evrenimizin doğası maddesel ve ruhsal açılardan bütüncül teorinin çalışma sahası içindedir.
Dualite bilinen tanımı ile her bir evrensel olgunun zıddı ile açıklanabilmesi esasına dayanır. Bunu biraz açtığımızda olguların zıtlarına ihtiyaç duydukları noktasına gelebiliriz. Bu görüşü tüm varoluşun kendisi için kullanmamız gerektiğinde dahi bir var olmayana ulaşabiliriz. Duyular ve algı yolu ile yaşadığı evreni yorumlayan insanoğlu varoluşu kabul ederken eşzamanlı olarak var olmayanı da kabul etme noktasına gelir. Bu durumda aydınlığın yokluğu karanlığı yani zıt olanı verir, bunun gibi mutluğun yokluğu üzüntüyü, konforun yokluğu sıkıntıyı getirir.
Algı makinesi olarak tanımlayabileceğimiz insanoğlu ise dualiteyi algılarken zıtlıkların birbirine enerji veren yapışık yapısından faydalanarak değerlendirme süreçlerini oluşturur. Dualitenin ismi doğası ve açıklanması dahi bu bir birine yapışık zıtlıklar sürecinin gözleminden gelir.
Algı fenomenini kabul etmeye başladığımız andan itibaren, varoluşu, onun ardından da dualiteyi kabul etme noktasına geliriz. Geleneksel toplumsal ve bireysel betimleme buradan itibaren her bir dualiteyi oluşturur ve bireyleri iyi- kötü, varsıl-yoksul, özgür-tutsak, siyah-beyaz olarak yetiştirmeye başlar.
Bütünsel teori dualiteyi kabul ederken dualitinin zıddı olanı hatırlatır. Yani dualite olmayanı: Bu ayrıca zıtlıkların orta noktasındaki denge noktası da değildir.
Bu hatırlatma bize zıtlıkların döngüsünde yaşamanın üzerinde olan dikey paralel bir boyut olduğunu gösterirken bireyin evrimsel sürecinde evrene ve varoluşa dualitelerin de ötesinde bakması için bu hayati geçişi sağlar. Denge bireyin evrilirken dış ve iç evreni ile uyuma girmesi için olmazsa olmaz bir var oluş biçimiyken dualitelerin terki noktası dengeden de özgürleşme anlamına gelir. Bu bisiklete binmek için esas ihtiyacımız olan denge kurma çabasının ustalaşıldığında yerini kendiliğindenliğe bırakması durumu ile örneklenebilir.
Bu durumda bütünsel teori, dualiteyi; varoluşu açıklayan ana parçalardan birisi olarak bulmacada yerine oturturken diğer taraftan bireye; dualitenin varoluşun kaderi olmadığını hatırlatır. Algısını ve değerlendirmesini iki uca göre yapma döngüsüne giren birey dengeye ulaşmanın ve nihai olarak denge noktasının terkine giden evrimsel sürecinde, yönünü ve enerjisini ayarlama şansını elde eder.
Bu noktaya kadar salt dualite ile kendini ve evreni algılayan, anlayan ve yargılayan birey bu yorucu döngünün bir çıkış noktası olduğunu kavramasıyla birlikte o güne kadar farkında olmadığı gizli umutsuzluğunun umuda dönüştüğünün farkına varır: Yaşam iyi ile kötü arasındaki savaşın ölüme kadar devam etmesinden ibaret değildir.
Tam bu nokta da umut ve umutsuzluğun tanımını yapmalıyız. Zira tanımlar algımız için dikkat nesneleri oluştururlar ve bu nesneler olmaksızın dikkatimizi yönelteceğimiz bir unsur olamaz ve bunun sonucu olarak da aslında algıladığımızı sanırken bizi geliştirecek herhangi bir şey algılamayız- diğer taraftan bu durumda algının dualitesini anlamamızı sağlar: algı nesnelerinin tanımsızlığı algısızlığı doğurur!
Umut: Potansiyel enerjimizin evrimsel bir çıkış noktasının farkında ya da hissinde olması durumuyken umutsuzluk; bu yaratıcı ve geliştirici enerjinin çıkış bulamayıp kendini yok etmeye yönelmesidir. Bu erken tanımın sebebi umut ve umutsuzluğun bireyin enerji trenin lokomotifi olduğunu hatırlatmaktır.
Bütünsel teori dışlayıcı değil kapsayıcıdır. Herhangi bir parçanın anlamlı bir bütünle bağı olmasını ön koşul olarak görür. Bilginin disiplinleştirilmesi esnasında ki kaymalar ve bağlamına göre sahip oldukları eksikleri aynı disiplinin bütününe kazandırır. Bunu yaparken disiplinin ait olduğu bütün ile ilişkisini güncelleştirir ve işleyen eksiksiz bir sistemin yolunu aydınlatır:
Psikoloji tamamlanmamış bir bilim dalıdır. Diğer taraftan kişinin kendini tanıma sürecinde otoritedir. Bu noktada ki paradoksu unutmaksızın psikoloji bilimine yaklaştığımızda onu aşındırıcı değil tamamlayıcı olabiliriz. Psikoloji bilimindeki bilgi eksikliği bütünsel bir destekle tamamlanırken eş zamanlı olarak psikoloji biliminde bütüne olan katkısı da büyümektedir.
Soyut olanla somut olan arasındaki kapı kapandığında gelişim şüphesiz ki duracaktır. Karşılıklı dolaşımı kestiğimizde birbirini besleyen damarları da ortadan kaldırmış olacağımız açıktır.
Bütünsel teori dinle bilim arasındaki, maddesel olanla ruhsal olan arasındaki bağı kabul eder ve bu bağı birbirlerini açıklaması için teşvik eder.
Çalışma alanı öncelikle insan doğası olmak üzere tüm bilimsel ve manevi disiplinleri kapsarken evrensel bir bütün oluşturan her varoluşsal zerrenin birbiri ile entegrasyonu ile ilgilenir.
Bütünsel teori bu güne kadar böylesi bir entegrasyon ile açıklanmamış konulara eğilirken insanlık tarihinde anlaşılmadan kalan gri ya da karanlık noktaları aydınlatır.
Bunu yaparken somutla soyutu bilimsel olanla ruhsal olanı kesin çizgilerle ayırmayabilir. Bütünsel olanın içinde soyut ve gizemci olana da somut ve bilimsel olan kadar yer vardır.
Bu anlamıyla bütünsel teori iki uzlaşmaz gözüken alanın buluşma ve entegrasyon sahası olur. Nitekim evrimsel bir dikey sarmalda şu an için soyut gözüken bir boyut sonra somut olma potansiyeli taşır. Uyanıkken rüyanın soyut; rüyada iken yaşananların somut olması gibi.