Bütünselliğin evrimsel yolculuğun kaçınılmaz olduğu yaşamlarımızı bu amaca uyumlandırabilmek adına benimsenebilecek yegâne anlayış olduğunu söyleyebilirim.
Akıllarımızı kurcalayan sorulara ve elle tutulur olmayan ruhsal yönlerimizle somut bir bağlantı kurmakta bize destek olacak bir anlayış. Bütünsellik, benim yaşamımda, aydınlanma anımdan itibaren kendiliğinden oluşan bir algılama biçimi oldu. Tümden gelimin kaçınılmaz olgunluğu sizi yaşama dair her olgunun varlığını inceleme ve kabul etme sorumluluğu yükler. Bu yüzden ayrılıkçı ve göz ardı edici olamazsınız. Zira bunun bedelini yüksek bir biçimde ödemişsinizdir.
Şimdi artık bizi, evrensel varlığımızı oluşturan her bir parçayı anlama ve uyumlanma süreci bekler.
İnsanoğlu zamansal döngüler içerisinde bireysel ve toplumsal olarak gelişirken varoluşunu sorgulayan bir bilinç düzeyinden geçer. Yaşarken çeşitli olaylar ve bunlara verilen duygulanımlar esnasında yavaş yavaş veya birden bir soru çıkar ortaya: Neden?
Ve bumm, hayat artık eskisi gibi devam etmeyecektir artık.
İnsanın bu noktaya gelip bu soruyu sorması hayatındaki anlamsızlığın bilincine varmış olması demektir. Tabii bu noktaya gelinceye kadar insanoğlu defalarca yarı yoldan dönmüş, kendini tekrara devam etmiştir.
Genelde bu döneme kestirmeden geliş çok güçlü duygusal patlamalar ile olmaktadır. Kişi kimi zaman o kadar rehavettedir ki birden fazla duygusal krizin eşiğinde kendini bulduktan sonra pes eder ve sihirli soruyu sorar: Neden?
Bu dönemde anlamsızlığın başlı başına bir uyaran olduğunun keşfi-ki bu keşif genelde bilinçsizce yaşanır- kişiye bu uyaranı dindirme-dengeleme- ihtiyacını verir.
Dikkat edilirse sorgulamanın insanın kaderi olduğunu görebiliriz.
Aslında bu dindirme sürecinde yaşanan; bir tür zihinsel acıdan kaçış davranışıdır: anlamsızlığın neden olduğu zihinsel baskının yarattığı arayış sonucu bulunan anlam ile bu baskının ortadan kalkışı. Sonuç; bilgiye ulaşma, zihinsel rahatlama ve gelişim. Tabi ki gelişimin son noktası göz önüne alındığında bu rahatlamalar yalnızca geçici bir duraklardır.
Peki, arayış tutumuna nasıl ulaşırız yaşamlarımızda?
Bunun için öncelikle baskıyı ya da stresi tanımlamalıyız. Baskı kelimenin kökünden de anlaşılacağı üzere bir basınca işaret eder. Ancak bu basınç ezip yok etmek üzere bir basınç değil, yön vermek üzere bir güç eylemidir. Dozu yükseldiğinde belirgin bir acıya dönüşen bir eylem.
Fiziksel olarak dahi baskı ya da stresin hissedilebilmesi için bir karşı direncin şart olduğunu biliyoruz. Psikolojik olarak ise bu karşı güç kemikleşmiş zihin yapımızı kapsayan mevcut zihinsel bağımlılıklardan oluşur ve gerçekte stresin kaynağı olan bağımlılıkların sürdürülmesi arzusundan kaynaklanan direnç durumudur.
Bir ölçüde bireylerin ya da toplumların stresten kurtulamayışının sebebi direnci kaldırmak yerine uyaranı kaldırmaya çabalamaktan geçmektedir. Ki bu da uyaranın güçlenerek kendisini göstermeye devam etmesi ile sonuçlanmaktadır.
Direnci yani bağımlılıkları kaldırmak ise başlı başına bir konu olup ileride değinmek üzere şu an esas konumuza dönelim.
Sorgulama veya anlamsızlığın anlaşılması arzusu(iç dengeye ulaşma arzusu) sırasında duyulan zihinsel uyaran dozajı beslenme, barınma ve üreme gibi diğer temel ihtiyaçlarla karşılaştırıldığında düşük kalacaktır. Ancak Maslow’unda tanımladığı bu türden birincil ihtiyaçlar giderilme çabası verilirken anlamsızlığın yarattığı zihinsel stres oldukça ağar ve hissedilen doza çıkacaktır.
Temel ihtiyaçlarını gidermede sorun yaşamak, ideal ilişkilere sahip olmak ya da sahip olduğu sosyal ve maddesel standartları yitirmemek adına garantiye alma koşuşturması yapmak bireyin yaşamında başka bir düşünce sistemi ile birlikte varlığını sürdürür.
Tüm bu günlük savaşlar sürekli olarak bireyin zihninde soyut kavramlar ile değerlendirilir.
Eşitlik, adalet, huzur, sevgi, dürüstlük, ölüm, vicdan, Tanrı, ölüm sonrası ya da şimdi cezalandırılma ya da ödüllendirilme, uğursuzluk, şans, iyi, kötü, doğru, yanlış ve daha birçok soyut kavram hayat mücadelesi veren (ya da yalnızca iç huzuruna ulaşmak isteyen)bireyin zihninde ki ölçü ve değerlendirme kriterleridir. Bu kavramlar ne kadar soyut gözükse de aslında onun somut yaşamını şekillendiren düşünce sisteminin önemli bir parçasını oluştururlar.
Toplumsal betimlemenin ana araçları olan din, geleneksel ahlak, felsefe ve bunun uzantısı olan bireysel aktarımlar ile şekillenen bu kavramlar yaşam ya da huzur savaşı veren birey için oldukça kafa karıştırıcıdır. Evrensel işleyişin karmaşıklığı, acının ve hazzın olduğu bir yaşamda insan denen duyarlı organizma üzerinde belirgin bir şekilde değişime zorlayıcı etki yaratmaktadır.
Günlük koşuşturma; bu soyut kavramlar eşliğinde bilinçli ya da bilinçsiz olarak, durmaksızın gözden geçirilirken zihinde açık ya da gizli birçok soru oluşmaktadır. Bu sorular kimi zaman yaşamın bir noktasında; bir sohbette, bir kitapta ya da bir eğitimde cevap bulduğu anda uzun zamandır gizlice zihni kurcaladığı fark edilirken(kurcalama çok ince bir uyarandır ve düşük dozda acıdır; tıpkı gıdıklamanın da düşük dozda acı olması gibi)diğer taraftan kendimizi belirgin bir sorunun cevabını bulmak için bilinçli bir arayış içerisinde de bulabiliriz.
Çocukluk ve ergenlik birçok açık ve bastırılan soru ve dolayısı ile problemin oluştuğu ilk dönemlerdir.
Ergen ya da yeni erişkin birey için cevap bulduğu sorular bundan sonrasındaki yaşamını derinden etkileyecek, cevap bulamadığı birçok soruya karşı isyan edebilecektir. Bu dönem bizlere soyut gibi gözüken soruların ne kadar güçlü yönlendiriciler olduğunu açıkça göstermektedir.
Olgunluk döneminde ise yetkiye kavuşmuş olan birey halen yaşamında huzura ulaşamamış hatta kimi zaman çocukluk ve ergenlik dönemlerine dönüşü dahi özlemektedir. Sorular halen baskısını sürdürmekte bunun için kozmik tasarım bilinen en önemli uyarı sistemi olan acıyı kullanmaktadır.